Dumlupınar Faciası
Ebediyete Kadar Sürecek Bir Aşk Hikayesi..!(Sunay Akın / 4 Nisan 2003, Hürriyet Gazetesinden Alıntı.)
Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.
İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!..
Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: “Seni seviyorum”... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...
Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık” diye takılırlar İsmail Türe'ye.
Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.
Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına.
Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de...
Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir ... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür.
“Seni Seviyorum...”
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser:
“Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi...” Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek,karşılık verilmesini emreder. Yanındakilerin “Ne diyelim komutanım?” diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..."
O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı “Naboland” adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur.
Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.
Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..
'Dumlupınar' uğur getirmedi
Çanakkale'de 81 denizcimize mezar olan denizaltının belgeseli, bir laneti de ortaya çıkardı: Dumlupınar ismi konan üç denizaltımız da, garip kazalar geçirdi
Savaş Karakaş'ın hazırlayıp sunduğu, ay sonunda da CNN Türk'te yayımlanması planlanan 'Dumlupınar' belgeseli, esrarengiz bir gerçeği de ortaya çıkardı.
Bugüne kadar pek bilinmeyen bu gerçek, Türk Deniz Kuvvetleri'ne alınan üç 'Dumlupınar' denizaltısının da başına talihsiz kazalar geldiği ve lanetli sayıldığı için bir daha hiçbir deniz taşıtına bu ismin verilmediği idi.
Türk Deniz Kuvvetleri'ne katılan ilk 'Dumlupınar' denizaltısı İtalyan yapımıydı. 1931'de envantere giren denizaltı, Haydarpaşa'da bir gaz tankerinin çarpması sonucu yandı. Kazada can kaybı olmadı. Denizaltı, 1949'da hizmet dışı kaldı.
İkisi ABD yapımıydı
1950'de bu kez ABD yapımı bir başka denizaltı daha alındı.
Buna da 'Dumlupınar' adı verildi. İkinci 'Dumlupınar', Türk denizcilik tarihinin en büyük facialarından birini yaşadı ve 1953 yılında Çanakkale Boğazı'nda İsveç bandıralı bir geminin çarpması sonucu battı. Kurtarma çalışmaları sonuç vermedi, 81 denizcimiz şehit oldu. Bu olaydan 19 yıl sonra 1972'de ABD yapımı bir başka denizaltı daha alındı ve diğerleri anısına ona da 'Dumlupınar' adı verildi. Ancak bu denizaltı da 1976'da yine Çanakkale Boğazı'nda bir Rus tankeriyle çarpıştı. Karaya oturtulan denizaltı, kazayı can kaybı olmadan atlattı. Bu üç talihsiz kazadan sonra 'Dumlupınar' ismi uğursuz sayıldı ve hiçbir deniz taşıtına verilmedi.
22'si kurtarılabilirdi
Bu arada belgeselde, 1953'te batan 'Dumlupınar', deniz dibinde, tahliye kapakları gibi bölümlerin detaylarıyla görüntülendi.
Yapılan incelemede, denizaltının bütün tahliye kapaklarının kapalı olduğu, hiçbir denizcinin dışarı çıkmadığı anlaşıldı. Denizaltının baştan yaralandığını belirten Karakaş, bulguları şöyle anlattı: "Baştakiler battı şamandırasını fırlatamamış bile. Bu bölümde bulunanlar muhtemelen boğularak ölmüşler. Kıç taraftaki 22 kişi ise, battı şamandırasını fırlatmışlar ama, o günkü koşullar nedeniyle kurtarılamamışlar."
TANIKLAR ANLATIYOR...
Selim Yoludüz (Dumlupınar'la ilk telefon irtibatını sağlayan kişi - 76 yaşında)
4 Nisan gecesi Eceabat Limanı'nda demirli halde bulunan 10 numaralı Gümrük Motoru içinde istirahat halindeydik. Sahilden birisi koşarak geliyor ve nöbetçi ere sahilde bir gürültü duyduklarını, bir çarpışma olduğunu tahmin ettiklerini söyleyerek oraya gitmemizi istiyor. Bunun üstüne nöbetçi er süvariyi ve beni uyandırdı, derhal motorları çalıştırıp Naraburnu'na doğru yola çıktık. Naboland isminde bir gemi bütün ışıklarını açmış, ışıklı can simitlerini denize atmış ve iki tane tahlsiye sandalını da indirmiş, denizin üstünü panayır yerine çevirmişti. Derken bize bir sandal yaklaştı. İçinde daha sonra Dumlupınar denizaltısı olduğunu öğreneceğimiz, gemiden kurtulan denizciler vardı. Onları aldıktan sonra denizin üstünde başka kimse var mı diye baktık, fakat yoktu. 5 denizciyi kamaralara aldık, üzerlerini çıkardık, yeni çamaşır verdik ve Çanakkale'ye doğru yola çıktık. Çanakkale'de kurtulan denizcileri teslim ettik ve onlar bir vasıtayla hastaneye götürüldü. Sonra vaka mahaline geri döndük.
"NARA'DASINIZ, BATTINIZ..."
Yanlış hatırlamıyorsam saat 08:00 sularıydı. Balıkçılar gelerek battı şamandırasının bulunduğunu haber verdiler. Botla şamandıranın üzerine gittim ve kapağını elimle söktüm. Telefonu kaldırdım, "Alo! Orası neresi?" dedim. Karşıdaki ses "Burası kıç torpido dairesi" dedi. Orada kaç kişi olduklarını sorduğumda, "22 kişiyiz" cevabını aldım. Adının Selami olduğunu öğrendiğim astsubay, nerede olduklarını ve ne olduğunu sordu. Ben de Nara'dasınız, battınız dedim. Gemini durumunu sorduğumda ise, sancak 5 dereceye yatık, cereyan 0 ve kıç torpido dışında her yer sular altında cevaplarını aldım. Ben denizaltıdakilerle konuşurken, botta benimle birlikte bir asker ve Çanakkale Deniz Komutanı Albay Zeki Adar vardı. Botta üç kişi olduğumuzdan, Astsubay Selami'ye sordum, dedim ki: Biz şimdi botta üç kişiyiz, şamandıraya tutunuyoruz, bu kopmasın sakın. Bunun üstüne karşıdaki ses, "Aman çok zorlamayın, telefon kablosudur, kopabilir" dedi.
Yanıma Zeki Adar'ı çağırdım. O'da konuştu. "Bekleyin, kurtarılacaksınız. Kurtaran yolda" dedikten sonra, derin suda olduklarını hatırlatarak gemiden çıkmaya çalışmamalarını söyledik. Bu sırada Dumlupınar'la birlikte tatbikata katılan 1. İnönü denizaltısı da döndü geldi. 1. İnönü'nün ikinci süvarisini aldık ve şamandıranın üstüne getirdik. O'da aşağıyla konuştu. Bazı tembihlerde bulundu. Tüm bu konuşmaların üstüne aşağıdaki ses, "Sağolun efendim, vatan sağolsun" dedi ve kapattık.
"ÇOCUKLARIN HEPSİ ÇOK METİNDİ"
Derken Kurtaran geldi ve kurtarma ameliyeleri başladı. Bu çalışmalara sırasında Dumlupınar'ın üzerine demirlemek ve kurtarma çanını aşağıya göndermek gerekiyor. Ama deniz çok akıntılı olduğu için bu pek mümkün olmuyordu. Kurtaran ekibi gemiyi sabitlemek için uğraşırken, saat 15:00 sularında baş halat vire edilirken battı şamandırasının kablosuna takılıyor ve kopartrıyor. Ondan sonra da bir daha Dumlupınar'la konuşamadık. Ben iki kere konuştum Selami'yle. Sesinda korku, endişe yoktu ama duyduğumuza göre son konuşmada aşağıdan ezan sesleri, dualar ve iniltiler gelmiş. Ben konuşurken böle değildi. Çocukların hepsi çok metindi.
Bunlar olurken, sahil de ana-baba günüydü. Biz vazifemiz icabı sürekli sahilden birilerini alıyorduk ve olay mahaline taşıyorduk. Ankara'dan gelen heyetler oldu, vali geldi, savunma bakanı geldi, deniz kuvvetleri komutanı Sadık Altıncan Paşa'ydı sanırım O geldi. Biz onları taşıdık Kurtaran'a.
Hüseyin İnkaya (Seyir Astsubayı - 83 yaşında)
Ege Denizi'nde NATO devletleriyle birlikte yapılan manevralardan dönüyorduk. 1 Nisan'da Gölcük'ten hareket ettik, 2 Nisan'da tatbikata katıldık. 3 Nisan gecesi su üstüne çıktık ve üsse (Gölcük) dönüş rotasına geçtik. Benim o gece nöbetim 24:00'te bitiyordu, -fakat seyir astsubayı olduğumuz için, bir de Çanakkale Boğazı malum- ben uyumadım. Aşağıda vardiya harici çalışmaya devam ettim. Benim görevim harekâtı takip etmek, notları tutmak ve durum haritası çıkarmaktı.
"GECENİN KARANLIĞI VE HAVANIN PUSU NEDENİYLE HİÇBİR ŞEY GÖREMİYORDUK"
Boğazdan içeri girdik, Çanakkale'yi bordaladık Nara Burnu açığına doğru gemi süratle ilerlemeye başladı. Nara Burnu'nu bordalayınca esas istikametimiz olan Marmara yönüne çevireceğiz rotayı, yukarı haber vereceğiz dönelim diye, ondan sonra da yeni rotayı vereceğiz. Bir anda yukarıdan vardiya subayı "sancak 15 derece" diye bir kumanda verdi. Ben bir baktım bu rotayla karaya gidiyoruz. O sırada kumandan, "Komuta bende, İskele alabanda" diye kumanda verdi. Yani az önce verilen kumandanın tam ters istikametinde rota belirledi. Ben ve seyir subayı ters giden birşeyler olduğunu düşünerek köprü üstüne çıktık. Dışarı çıktık, ama gecenin karanlığı ve havanın pusu nedeniyle hiçbirşey göremiyorduk. Yalnız Nara Burnu'nda Marmara istikametinden bir geminin geldiğini nöbetçi er rapor etti: Orta mesafede bir gemi, iki silyonu ve bordo feneri de gözüküyor. Nara'nın üstünde ve boğaz çıkışına doğru geliyor!
Biz bu raporu aldık, ama hiçbirşey gözükmüyor. Şöyle etrafı bir tanımaya çalışırken bir patlama, bir sarsıntı oldu, gemi yattı ve biz de denize yuvarlandık. Bu anda komutan ile vardiya subayı "önüne düşüyoruz" diye konuşmuşlar ve "son yol tornistan" kumandasını vermişler daha sonradan konuşurken öğrendik, ama tabi yetmedi ve sonradan adının Naboland olduğunu öğreneceğimiz gemi, baş torpidonun sancak tarafından Dumlupınar'a çarptı, yasladı ve ezerek üzerinden geçti.
"ALLAH YARDIM ETTİ VE BEN KURTULDUM"
Deniz kazalarıyla ilgili anlatılan tüm hikayelerde geçer, gemi battığı zaman denizde bir boşluk oluşur ve sular bu boşluğa dolar, anafor yapar. İlk aklıma gelen bu oldu, ben de bulunduğum yerden mümkün olduğunca uzaklaşamaya çalıştım. Olanca gücümle bir tarafa doğru yüzdüm, fakat ne tarafa yüzdüğümü bilmiyordum. Ne kadar yüzdüğümü hatırlamıyorum, ama iki saat kadar olsa gerek. Çünkü hastaneye vardığımızda saat 4'ü geçiyordu. Tabi gümrük motorunda, sandalda geçen zamanlar var, tam bilemeyeceğim. Dediğim gibi ben yüzmeye başladım, fakat akıntı var, rüzgar var, bir de üzerimde kıyafetlerim var. Dolayısıyla yüzmek neredeyse imkansız. Üzerimi çıkarmaya çalıştım, ama mont kollarımdan çıkmadı. Bileklerimde kalınca baktım olacak gibi değil, yeniden giydim. Tabi akıntı da götürüyor beni boğazın çıkışına doğru. Bir de baktım 1000 metre kadar ileride ışıklar var. Balıkçıların olabileceğini düşündüm ve ışıklara doğru yüzmeye başladım. Yaklaştıkça anladım ki balıkçı falan değil, ışıklı can simidi. Hemen yakaladım ve "Ben kurtuldum, Allah bana yardım etti ve ben kurtuldum" dedim. Biraz soluklandıktan sonra tekrar yüzmeye başladım, ama hala ne tarafa gittiğimi bilmiyorum. Bir süre sora ileride bir sesin bana "Ağabey, ağabey!" diye bağırdığını duydum. O tarafa doğru gittiğimde bir de baktım bizim seyir astsubayı Hüseyin Akış. "Gel" dedim, "Sen de tutun buna. Merak etme birlikte kurtulacağız." Hüseyin Akış'la birlikte yüzmeye devam ettik ve O'nun için de bir can simidi bulduk. Denizin üstünde çok can simidi olduğunu farkedince "Bunları heralde bir gemi attı." dedik. Az sonra da kürek sesleri duymaya başladık ve hem Türkçe, hem de İngilizce, yardım için bağırmaya başladık. O sırada vardiya subayı Hasan Yumuk'u soyunmuş vaziyette gördük. Sonra O birden kayboldu ve az sonra tahlisiye sandalının içinde geri geldi. Biz de sandala bindik. Birkaç dakika sonra gümrük motoru geldi ve biz 5 kişi o motora geçtik. Bizle birlikte denize düşen üç kişi daha vardı, ertesi gün öğrendik ki onlar ölmüş. İkisi pervanelere takılmış, diğeri de kafasını çarpıp bayılmış, bayılınca da boğulmuş. Daha sonra bizi Çanakkale Devlet Hastanesi'ne götürdüler. Tabi olay duyulunca vali falan oraya geldi ve biz bir vasıtayla askeri hastaneye nakledildik.
"ÜÇÜNCÜ GECEDE BİZİM DE ÜMİDİMİZ KALMADI"
Ertesi gün olanları öğrendik. Gemimiz batmış, yukarıdan bir gümrük memuru gemiyle konuşmuş. Kıç torpidoda 22 kişinin olduğunu öğrendiğimizde yine bir mutlu olduk hiç değilse onlar yaşıyor diye. Ama daha sonra Kurtaran gelmiş, şamandıra kopmuş, Amerikalılar gelmiş gibi haberler aldık. Ne yapıldıysa olmamış, dalgıçlar dalmış, ama fayda etmemiş. Biz yine de umutluyduk, çünkü hepimiz bu şartlarda hayatta kalmak için yetiştirilmiştik. Ama artık üçüncü gece olduğunda bizim de ümidimiz kalmadı.