Onlar müzik aleminin devrik kralları
Onlar müzik aleminin devrik kralları
Hüseyin Altın, Malatyalı İbrahim, Ayşe Mine, Vahdet Vural, Hayri Şahin, Bergen, Tüdanya Huri Sapan. Bir zamanlar kraldılar ama maziyi mumla arıyorlar. İlk arabesk şarkıları seslendiren Ahmet Sezgin artık aramızda değil. 2 hafta önce veda etti sevenlerine ve şu ölümlü dünyaya... Yaklaşık elli yıl önce ‘Sevmek günah mı?’yı söylediğinde “İşte” demişti birileri, “Bu, arabesktir.” ‘Nerde akşam orda sabah ederim. Bahtımın peşinden ağlar giderim. Perişan oldum, derbederim. Söyle sevgilim bana, sevmek günah mı?’ O vakte kadar Türk halk müziği icra eden Sezgin, arayı çok açmadan söylediği ‘Deryada Bir Salım Yok’ şarkısıyla arabesk müziğin ‘ilk yorumcusu’ olarak şöhreti yakalamış ve halkın takdirini kazanmıştı. Bu şarkı, Gencebay’ın bestesiydi aslında; ama arabeskin ‘Orhan Baba’sı o yıllarda Ahmet Sezgin’e bağlama çalan yetenekli bir müzisyendi sadece... Hem ondan önce, arabeski bir adım öteye taşıyacak başka bir isim vardı: Suat Sayın... Türk sanat müziği ekolünden gelen Sayın’ın şarkılarını kim bilmez; Sevemez Kimse Seni, İntizar, Nazende Sevgilim... Ferdi Tayfur’dan Zeki Müren’e onlarca sanatçıya beste veren ve kendi şarkılarını kadifemsi sesiyle yorumlayan Sayın’ı da iki yıl önce kaybettik... Orhan, Ferdi ve Müslüm’den müteşekkil ‘üç büyükler’ dışında meraklısının bilip takip ettiği bu iki ‘baba’ da artık öte diyarda, tamam; ama unuttuğumuz başka isimler yok mu? Bir zamanlar kasetleri milyon satmış, Almanya turneleri, İstanbul gazinoları, Yeşilçam setleri arasında koşturup dururken ne olduysa yitip gitmiş birileri... Kitlenin unuttuğu ama ‘sessiz ve derinden’ takipçilerinin internet forumlarında ‘Neredesin baba?’ diye soruşturduğu arabeskçiler... Eski plakları el altından iyi paralara gidiyor, albümleri sanal âlemde toptan indiriliyor, You Tube’da videoları on binlerce tık alıyor, hatta adlarına web siteleri kuruluyor; fakat bu adamlar ve kadınlar ortada yok. İyi ama neredeler? Ne zaman, nasıl bir rüzgâr esti de kıyıda kaldılar? Kimileri maçı kaybettiklerini, treni kaçırdıklarını söylüyor. Peki, kendileri ne düşünüyor? Malatyalı İbrahim Eller Aldı’yı besteledi, Bergen’i meşhur etti Soğanlı’da bir müzik stüdyosundayız, karşımızda Malatyalı İbrahim… Fondaki eski şarkılar, Doğanşehir’den çıkagelen çocukluk hatıralarına eşlik ediyor. İlginç bir keşfediliş hikâyesi var; evde, kasete uzun hava okuduğu ortaokul yılları... Teyp bir gün bozulur ve tamir için Malatya’daki Altınova Plakçılık’a gider. Ön taraf plakçı, arka taraf tamirci... Kader ağlarını örmektedir. Dönemin şarkıcılarından Ali Avaz, Altınova Plakçılık’ta hoşbeş etmektedir. Ansızın bir Arguvan havası patlar arkadan: ‘Gül söküyorum diye kökünden sökme, ayrı düştük diye boynunu bükme.’ Tamirci çocuk düğmeye basmıştır ve küçük İbrahim’in ev yapımı kaseti gün yüzüne çıkmıştır. “Kim bu çocuk? Bulun, getirin.” der Ali Avaz. Çocuk bulunur; ama baba faktörü vardır ortada, İstanbul yolculuğuna izin çıkmaz. Devamını İbrahim Bey’den dinleyelim: “Bakkal dükkânımızı abim işletirdi. Ondan biraz para alıp, valize de iki gömlek atıp İstanbul’a kaçtım. Ali Avaz’ın Cankurtaran’daki evinde on beş gün kaldım. On altıncı gün abim geldi ve beni götürdü.” Yarım kalan İstanbul hikâyesini, yaz tatillerinde İstanbul’daki çay bahçelerinde türkü okuyarak ve liseyi bitirdiğinde kapağı bu koca şehre atarak tamamlamış Malatyalı İbrahim. Baraka tipli ucuz plakçılarda tutunma çabası, ilk kırk beşliğinin başka bir isimle çıkarılması, turneler, birkaç kırk beşlik daha, askerlik, evlilik ve gurbet yolları... Almanya, talihinin döndüğü yer; fabrikada işçilik yapıyor ve gazetelerden yeni çıkan kasetleri takip ediyor. Minareci firmasını da o zaman keşfediyor. Kendisi Nürnberg’de, Minareci Münih’te… Türkiye’deyken yaptığı kırk beşliği postayla firmaya gönderiyor ve çok geçmeden tam sayfa gazete ilanlarıyla parlatılan sanatçılardan biri oluyor: “Ferdi Tayfur’u şöhret yapan Minareci, şimdi de Malatyalı İbrahim’i takdim eder!” Gurbetçilerin hasretle yanıp tutuştuğu yıllar… Bir kuru sazla üç saatte doldurulan kasetler kapış kapış gidiyor, Malatyalı İbrahim’in başından marklar dökülüyor. Seksenli yılların başında İstanbul’a dönen şarkıcı, “Bir geldim ki tanınmışım.” diyor, “Unkapanı’nda onlarca firma Almanya kasetlerimin korsan baskısını yapmış. Bergen, ‘Eller Aldı’ adlı şarkımı okumuş, kaseti bir milyon satmış. Ben bestekâr olarak ün yapmışım.” Bestecilik bu âlemde meziyettir ve sadece şarkı yorumlayana bir yanı eksik gözüyle bakılır. Malatyalı İbrahim, beste yapabilmesinde ortaokuldaki edebiyat öğretmeni Mehmet Yardımcı’nın büyük desteği olduğuna inanıyor; ama yeteneği de yabana atmamalı: “Bizim tarz, halkın tarzı.” diyor sanatçı, “Halkın çilesini, âhını vâhını dile getiriyorum. ‘Onun arabası var’ da dinlenir; ama halk şunu ister: Sen gariban, ben gariban. Vazgeçelim bu sevdadan. Karı kalkmaz dağlar gibi, çökmüş üstümüze duman.” Ünlü isimler sanatçının eski eserlerine talip. Özellikle de ‘Eller Aldı’ ya... Söyleyen herkesi ihya eden bu şarkının sırrı nedir? Duygulu bir müzik, acıklı sözler, sokakta misket oynayan çocuğun diline dolanacak kısa sözler: ‘Eller aldı, eller aldı, sevdiğimi eller aldı, mutlu süren yaşantımı, gözümdeki seller aldı...’ Bir başka meşhur şarkı; Sarayburnu’nda Aşk… ‘Şimdi ağlıyorum sahil yolunda. Bekliyorum seni Sarayburnu’nda.’ sözleri altı yüz elli bin satınca sanatçının şöhreti katmerlenmiş. Yola halk müziğiyle çıkıp arabeskle devam eden Malatyalı İbrahim, “Arabesk ölmez!” diyor. “Kasetlerimde Gencebay gibi damar şarkılar da okudum, uzun havalar da. Halkın nabzına göre şerbet vermek zorundaydık.” Yetmişler yalnızca arabeskin değil, şarkılı filmlerin de parladığı dönem. Malatyalı sanatçıya göre filmler o günlerin klipleriydi. Halk sevdiği sanatçıyı hem izler, hem dinler, sinema salonundan çıkınca da plak almaya giderdi. Şimdi gelelim can alıcı soruya; “Niye unutuldunuz abi?” Soruya karşılık soru; “Ne yapsaydık? Çok özür dilerim, gece kulüplerini mi arşınlasaydık. Kavga edip televizyon dolaşmak yakışır mı bana? O tür sansasyonlar bizi bitirir. Sınırı bilen insanlar olduğumuz için medyanın ilgisini çekmeyiz; ama halk efendi sanatçıyı sever. Allah’a şükür benim bir kitlem var.” Kitlesi kimdir İbrahim Bey’in? Orta Anadolulu; ama özellikle Karadenizli vatandaş... Bir aylığına gittiği Japonya’da onu beş ay tutan da Ordulu ve Fatsalı inşaat işçileri olmuş. Kastamonu’da öyle coşkuyla karşılanmış ki, “İbo gitse öyle tezahürat alamazdı. Beş bin kişilik salon yıkıldı.” diyor. Anadolu konserleri, sanatçıların ‘ekstra’ adıyla tanımladığı etkinlikler arasında. Bugün hâlâ ‘eski isminin kaymağını’ yiyen sanatçı, ekstraları yeterli bulmuyor. “Ha bugün, ha yarın gidiyoruz; ama bu iş öldü. Eskiden bir gazinoya gittiğimizde dört ay boyunca her gün program yapardık. Şimdi erkek sanatçı istemiyorlar.” Huri Sapan: Ferdi Tayfur’a çok şey borçluyum İhtimal ki Ferdiciler bir yandan Huri Sapan’ı da severler. ‘Huzurum Kalmadı’ filminde, arkasında bağlama çalan Ferdi Tayfur’a mikrofon uzatan ve böylece ona şöhret kapılarını açan şarkıcı rolündedir. Oysa gerçekte Huri Hanım, Ferdi Tayfur’un filminin ismini taşıyan şarkıyla meşhur olmuştur. Nitekim kendisi de uzun yıllar türkü okuduğu halde bu arabesk parça sayesinde ‘isim’ olduğunu ve Ferdi’ye çok şey borçlu olduğunu söylemekten çekinmez. Nice zamandır sesi soluğu çıkmayan Huri Sapan’la Beylikdüzü’nde buluşacağız. Kulağımızda onun şarkılarından biri var: ‘Güneş belki doğacak belki de doğmayacak. Biliyorum bu son sabah seni benden koparacak...’ Bu ses nasıl unutulur, nasıl ortadan kaybolur? Ama önce başa saralım kaseti; Google onun hayat hikâyesinden haber vermiyor çünkü... “Genç kızlık günlerimde Çakıl’daki, Lunapark’taki hanımlar matinesine giderdik. Her gidişimde matinede yapılan ses yarışmasına katılır ve hep birinci olurdum. Söylediğim iki şarkı vardı; ‘Mehtaplı gecelerde hep seni andım’ ve ‘Lingo lingo şişeler’. Çok utangaçtım aslında, insanların gözüne bakıp iki laf konuşamazdım.” Sinema artisti olması içip yapılan teklifi de biraz bu yüzden geri çevirmiş. Gülhane’de papatyaların arasında otururken gazeteciler fotoğrafını çekiyor, ertesi gün filmciler peşine düşüyor. ‘Aşk Merdiveni’ filminde Göksel Arsoy’un kız kardeşini oynaması isteniyor. Baba, “Allah korusun!” diyor, filmciler savuşturuluyor. Serde Karadenizlilik var, evde üç babayiğit ağabey... Fakat sonradan, konu komşunun da sağda solda dile getirdiği gibi, babanın yapmadığını eloğlu yapıyor ve Huri Sapan, eşinin isteği üzerine şarkıcı oluveriyor. GAZİNO YAKTIRAN TEZAHÜRAT Genç yaşta anne olunca müzikten biraz ayrı kalmış sanatçı; ama dönüşü muhteşem olmuş. Adana’dan bir teklif; gazino patronu oldukça iddialı, Huri Sapan öyle bir türkü okuyacak ki o dönem Adana’da büyük isim yapmış Nurinisa Toksöz’ü piyasadan silecek. ‘Ağlayan gözlerim gülmüyor gayri’ ile açılışı yapan Sapan, programını ‘Çakmağı çak çıranı yandırmamışam’ türküsüyle bitiriyor; ama ne bitiriş! Seyirciler ayaklanıyor, masalar üst üste konuyor, örtüler tutuşturuluyor, gazinonun ortasında bir alev topu... Çok geçmeden, Nurinisa Hanım’ın afişleri indiriliyor duvarlardan. Adana yalnızca küçük bir hatıra Huri Sapan için, asıl coşkulu günler İstanbul’un ve İzmir’in en gözde gazinolarında yaşanıyor. Gar, Çakıl, Bebek, Lunapark, İzmir Akasyalar... 1972’de başlayan İzmir programı doksanlı yılların başına kadar her fuar zamanı sektirmeden devam etmiş. Kimlerle çalışmamış ki orada; Zeki Müren, Behiye Aksoy, Emel Sayın, Muazzez Abacı... Gazino hayatını hep sözü edilen ‘gazino âdâbının’ yaşatıldığı o yıllarda Maksim’de noktalayan sanatçı; “Belki yaşlandım; ama o devri gördüğüm için çok mutluyum.” diyor. ŞİMDİKİLERDEN UTANÇ DUYUYORUM Şimdi ‘utanç duyduğu’ bir devirde yaşıyor çünkü… Tanınmadığı ortamlarda sanatçı kimliğini gizleyecek kadar utanıyor. “Bizim zamanımızda da çapkın sanatçılar vardı; ama hiçbiri bugünküler kadar afişe olmadı. Bu alemde olanlar Dallas entrikalarını bile geçti” Taş plak döneminin sonlarına yetişen Huri Sapan’ın türkü okuduğu bir taş plağı var. Sonrasında kırk beşlik dönemi başlıyor, türkü gözden düşüyor ve müzik firmaları arabesk okumayana plak yapmak istemiyor. İşte o dönemde kendisini arabeskin kollarında bulan Huri Hanım, birçok meslektaşı gibi “Hiç değilse” demiş, “Plağın bir yüzüne türkü okuyayım.” Arabesk okumaktan rahatsız değilmiş aslında; ama yine de Nida Tüfekçi gibi türkü ustalarından gizli saklı giriyormuş stüdyoya. Arabesk okurken yakayı ele verdiği günü anlatırken bugün bile heyecanlanıyor: “ Moralim altüst oldu; ama Nida hocam hiç yüzüme vurmadı. Sonradan, arabeski de Türk halk müziği kalitesinde, ağzımı bozmadan okuduğumu söyledi.” SAHNE KIYAFETLERİMİ YAKACAĞIM Şaşaalı günleri hiç özlemiyor Huri Sapan. En güzel zamanlarda şarkı okumuş ne de olsa... Onu üzen, bir zamanlar destek verdiği sanatçıların vefasızlığı. “Sibel Can, Seda Sayan ve Muazzez Ersoy pek tanınmıyordu. Kimse onların altında sahne almak istemezken ben kabul ettim, hâliyle onları assolistliğe yükselttim. Şimdi ne arıyorlar ne soruyorlar.” diyen Huri Hanım, olan biteni anlamaya çalışıyor bir yandan da: “Huzurum Kalmadı şarkısını okuduğum yıllarda çuvallarla mektup geliyordu. Bunlar ne çabuk unutuldu? ‘Bir sanatçı vardı. Acaba yaşıyor mu?’ diye sorar insan ya! Bunlar, kendi yerlerine kimsenin gelmesini istemiyor. Kimse kimsenin yerine gelmez ki!” Altın plak ödülü kazandığı ‘Anadan Ayrı Babadan Ayrı’ (1995) kasetinden sonra albüm çıkarmayan sanatçı, müzik dünyasından elini eteğini çekmeye hazırlanıyor. On beş yıldır her kış gittiği Avrupa’ya son iki yıldır uğramıyor. Yeniden albüm yapmaya hiç niyeti yok. Kırk üç yılın sonunda aldığı iki daireden birini oğluna vermiş. Kendi dairesini daha iyisiyle değiştirdiği için de borç altına girmiş. Önümüzdeki mart ayına kadar planı şu: Turneye çıkarak evin taksitlerini ödemek ve akabinde Umre’ye gitmek... Anadolu daha vefakâr; ama günübirlik konserlerden aldığı ücret, lüks restoranlarda garsona verilen bahşişten fazla değil. Kayseri’de iki yıldır program yaptığı çift düğün salonlu tesise bu yaz da gidecek. Gesi Bağları’ndan girip nice okkalı türküler okuyacak; ama Huzurum Kalmadı’yı okumadan sahneden inmeyecek. Planları arasında Ferdi Tayfur’la düet yapmak da var ancak; bütün bunlar Umre’den önce tamamlanmış olmalı. “Bu işi noktalayacağım ve kafamdan tamamen atacağım. Sahneye ait ne varsa yakacağım. O hayattan çıkıp başka bir hayata geçeceğim.” Vahdet Vural: Benim şarkılarım İstiklâl Marşı gibiydi ‘Kaderim elinde… Karşı kıyıya ister götür, ister batır sandalcı…’ Sahil’de bir çay bahçesindeyiz. Vahdet Vural biraz telaşlı görünüyor. Geniş vakte ihtiyaç var hâlbuki, yetmişlerin başına döneceğiz yine, biz henüz doğmamışken yaşanmış bir çağın renklerini ve seslerini kavramaya çalışacağız. Neyse ki anlıyor derdimizi: “Ablam, senin aklın ermez o günlere, yetmiş beşte Atlas Plak’taydım, ortalığı yakardım, şarkılarım İstiklâl Marşı gibiydi.” Hah şöyle işte, dönelim şimdi Adanalara, İzmir fuarlarına, elinizden tutan ağabeylere, ilk prova heyecanlarına, meteliksiz günlere… Siz Sandalcıyı söyleyin, ‘Ölüyorum kederimden’ deyin, bir filminizde yine böyle sahildesiniz, daha çok gençsiniz, şarkı söylüyorsunuz; “Boş yere uğraşma söndüremezsin. Gönlümde bu ateş yandı bir kere. Ne yapsak geriye dönemeyiz biz. Adımız dillere düştü bir kere…” Ah elbette, siz klasik sanat müziği söylerdiniz daha ziyade; ama adınız arabeskçiye çıktı ya da sizin de buyurduğunuz gibi ‘bu isim yapıştı kaldı üzerinize’… Hadi anlatın, ne günler gördünüz? “Adana’dayım. Babam rençperlik yapıyor, yedi kardeşiz, hem okuyorum, hem marangozluk yapıyorum. Ruhumda sanatçı olmak var; fakat o günlerde erkek bile olsa şarkı okuyana hoş bakılmıyor. Babam istemiyor, annem okumayacağımı anladı, ‘istemez’ görünse de destek veriyor. Kafama müziği koymuşum bir kere, okulu bıraktım, kaçıp İstanbul’a geldim. Köyde birinci olmaktansa büyük şehirde ikinci olmak iyidir.” Kaçışı hüsranla sonuçlanmış yalnız, ilk plağı Adana’da çok satsa da İstanbul’da tutmamış. O dönemlerde elinden tutan ağabeyleri olmasa, memlekette marangozluğa devam edecekmiş; ama İzmir fuarının meşhur gazinocularından Hüseyin Cevahir arayıp da “Neredesin?” diye sormuş neyse ki; “İki buçuk liraya bir otelde kalıyorum. ‘Hemen Taşlık Maksim’e gel’ dediler. Hülya Koçyiğit ve Selim Soydan fuarda şarkı söylüyorlar ve alt kadrolarına birini arıyorlar. Ben 22 yaşında kara kuru bir gencim. “Ne okuyacaksın?” diye sordular, ‘Gönül aşkınla gözyaşı dökmekten usandı artık.’ dedim. Şaşırdılar. Kırk kişilik orkestranın önünde klasik şarkı okumak ne demek? Beni dinlediler; ama Selim Soydan sinemadan bir isim olsun diye diretiyor. Onun aklında Ayhan Işık, Göksel Arsoy veya Murat Soydan var. Rahmetli Cevahir ağırlığını koydu; ‘Gerekirse onların bir aylık parasını öderim. Bu çocuğun önünü açın.’ dedi. Gerçek baba odur işte.” Sahne hayatı böyle başlamış Vural’ın ve hep en gözde gazinolarda şarkı söylemiş. “Bizim gazino dönemimizde arabesk yoktu henüz.” diyor Vural; “Arada söylendiği zaman da insanlar yadırgardı, bu nereden çıktı diye.” Fakat kasetlere o dönem âdet olduğu üzere arabesk okumaktan kaçamamış o da. İşin içinde mecburiyet varmış; ama sevmeden de söylenir mi ki? “ “Şarkılarım hit olmuş şarkılardı. İstiklal Marşı gibiydi. Tarz olarak arabeskti; inkâr etmiyorum; ama ismine itirazım var. Yaptıklarıma serbest çalışma diyorum ve Selami Şahin’in klasik müzikle arabesk arasındaki Türk hafif müziğine yakın bestelerinin bize en uygun tarz olduğunu düşünüyorum. Çok karamsarlıktan da hoppalıktan da hoşlanmıyoruz çünkü.” YILDIZ OLSAM, YILDIZLARA ÇIKSAM N’OLUR? İlk plağını 1973 yılında yapan Vahdet Vural, bir boş vermişlik içinde; “Ben hangi şarkımı hatırlayayım, kaç kırk beşliğim var ne bileyim?” diyor. Bir hayranının kendisi için hazırladığı web sitesini bile henüz görmemiş. Otuz tane kaseti, 19 tane filmi olduğu aklında. Bir de Almanya’daki ‘Gurbet Kervanları’ programı. O dönemki dostluklar da unutulacak cinsten değilmiş hani. Sinemadan sahneye transfer olan Hülya Avşar’ın repertuarını Vahdet Vural yapmış mesela, dev gibi gazinolarda, Zeki Müren, Emel Sayın, Gönül Yazar gibi isimler çarpışırmış; ama sanatçı dayanışması, yakınlık, sıcaklık gibi kavramlar henüz gündemdeymiş. “Şimdi” diyor Vural, “ İnsanların yanına giderken çok düşünmen lazım. Hayat şartları çok etkiledi herkesi. Görüştüğüm isimler iyice azaldı.” Sadece dostlar değil çalışılacak mekânlar da günden güne erimiş. Gazino devri, seksenlerin ortasında kapanınca yersiz yurtsuz kalan eski sanatçılar, hepi topu beş masadan müteşekkil gazino bozuntularına prim verir olmuş. Bar ve gece kulüplerini kendine yakıştıramayan Vural, bu aralar Ankara ve Antep’teki otellerde boy gösteriyor. Otel deyince; geçtiğimiz aylarda ekstra bir program için gittiği Viranşehir’de virane bir otelde ölü bulunan Cavit Karabey’i anmak gerekir. Ölümünden bir gün önce beraberlermiş. Başka bir arabesk yorumcusu Atilla Kaya’yı da kendi elleriyle mezara koymuş Vahdet Bey. Plakları milyonlar satan müzisyenin cenazesinde kimsecikler yokmuş. Kendi hâline şükrediyor şimdi: “Maddiyatı her zaman bulabilirsin de maneviyatı bulmak lazım. Dört çocuğum, huzurlu bir ailem, kalacak evim var. Yıldız olsam, yıldızlara çıksam ne olacak? Sonunda gideceğim yer neresi, ne götüreceğim?” Ayşe Mine: Kırılmış arabesk söyledim Liseli yıllarımızın sevimli şarkıcısı telefonun diğer ucunda şimdi… Kısa bir şaşkınlık, sonra uzunca bir sohbet ve ardından işte o cümle: “Kenarda oturmuş, bir gün, biri arayacak diye bekliyordum. Bir Ayşe Mine vardı, güzel şarkıları vardı, nerede şimdi diye soracaktı biri. O kişi siz oldunuz.” Gayrettepe’de bir kafede, biraz kilo almak dışında neredeyse hiç değişmemiş bir Ayşe Mine oturuyor karşımızda. Bir iç hesaplaşmaya doğru uzanıyor sohbet; bir sesli düşünme, gerçekten doğru olanı yaptığına kâni olma, neden ortalarda görünmediğini etraflıca anlatma… Altı çizilmesi gereken üç husus çıkıyor ortaya; bir, Ayşe Mine arabesk okumuştur; ama kırarak okumuştur. İki, şimdi unutulmuştur; çünkü oyunu kuralına göre oynayamamıştır. Üç, öyle olsa bile henüz kırk beşindeki bir sanatçıyı tarihe gömmeye çalışanlar ayıp etmektedir. Şimdi bu üç noktaya açıklık getirelim. İSTERSEM ARABESK GIRTLAĞI YAPARIM; AMA UTANIRIM İlk kırk beşliğinde pop, ikincisinde arabesk okuyan Ayşe Mine evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra dört yıl ara vermiş müziğe. Döndüğünde Emre Plak’ın sahibi Hüseyin Emre çıkmış karşısına ve o günler, tahmin edeceğiniz gibi arabesk rüzgârının en deli estiği günlermiş. Anne tarafından İstanbullu, baba tarafından Trabzonlu olup Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde klasik sanat müziği eğitimi almış nâzenin sanatçımız, “Arabesk söyleyeceksem illâ, bari hafif, kırılmış arabesk olsun” demiş. Güneydoğu kökenli sanatçılar gibi ‘gırtlak’ yapamazmış zaten; aslında yaparmış; ama utanırmış, sanki ayıp bir şey gibi... Arap müzisyenleri değil de, Safiye Ayla’yı, Hamiyet Yüceses’i dinleyerek büyümüş ne de olsa… Kasetlerinin bir yüzüne arabesk, diğer yüzüne sanat müziği okurken de TRT ikinci adresiymiş hep. Bir tür kurtarılmış alan, olduğu gibi olabildiği, istediği müziği yapabildiği ferah bahçe… Şimdi rahatlıkla diyebiliyor ki, “TRT arşivleri benim gerçekte Türk sanat müziği okuduğumun delilidir. Çünkü orada, hiçbir arabeskçi konser vermemiştir.” Arabesk söylediğini kabulleniyor Ayşe Mine; ancak yine de Türk sanat müziği okuduğu TRT programlarını daha önemsiyor. Geldiğimiz noktada, arabesk de gözden düşmüş bir tür ona göre. ALLAH’A ŞÜKÜR, YAKILACAK TEK RESMİM YOK! Gelelim Ayşe Mine’nin neden unutulduğu meselesine... Gazino hayatı boyunca hiç kimsenin alt kadrosunda şarkı okumayan, uzun yıllar Belkıs Akkale, İzzet Altınmeşe gibi ustalarla çalışan sanatçı, “Herkes çok kibardı” diyor, “Gün gelir iki saat beklerdim İzzet abiyi. Onlar benimle çalışma iyiliğini göstermişlerdi. Küçücük yaşımda beni bir yere taşıyan değerli isimlerdi. Evde arşivlere bakıyorum da şaşırıyorum. Sibel Egemen, Neco gibi büyük isimlerle çalışmışım hep.” Peki, büyük konserler verip iyi paralar kazanıyorken rüzgârın tersten esmeye başladığını fark etmedi mi Ayşe Mine? Özel televizyonlar mantar gibi çoğalıp pop furyası başladığında olmuş ne olmuşsa: “TRT’ye parasız pulsuz giderdik, özel televizyonları da öyle sandık. Çağrıldığım yerlere hayrına çıktım; ama herkes para alıyormuş. Her şey çok çabuk değişti.” Fark edince ne yapmış peki? “Oturdum, düşündüm; onlar gibi yapamazdım yani, kabul ettim. Herkes yürüsün gitsin nereye giderse...” Bir anda başka bir dünyanın adamı olmak ne garip! Bugün, durduğu köşede, oyunu kuralına göre oynamadığını kabul ediyor; ama bu itiraf bir pişmanlık içermiyor, aksine, ‘İyi ki öyle olmuş’ sevinci taşıyor. Onun da birtakım sevgilileri olsaymış mesela, ‘birinden ayrıldı ötekiyle barıştı’ tarzı haberlerle gündeme gelebilirmiş. Hâlbuki onun evi, arkadaş gruplarıyla gece yarılarına kadar eğlenilen evlerden değilmiş. Çocukların erkenden yattığı, kalabalık ve mazbut bir hâne… Ailesine kötü bir isim bırakmak istemediği için yakılacak fotoğraflar çektirmemiş hiç. “Allah’a çok şükür, kimsenin elinde bir tane mayolu, bikinili resmim yok.” derken çok huzurlu görünüyor şimdi… YİRMİ BEŞ ALBÜM YAPMIŞ BİR SANATÇIYI UNUTTURAMAZSINIZ Ayşe Mine, 2000 yılına kadar yeni albümler yapmaya devam etmiş de ne olmuş? Unutulmaktan kurtulmuş mu? O da tıpkı Huri Sapan gibi bu işte bir ‘kasıt’ olduğuna inanıyor. Birileri, onun şarkılarını okuyor; ama “Bu şarkıya hayat veren Ayşe Mine’dir” demiyorsa... “Benim şarkılarım” derken kendi bestelerinden söz etmiyor sanatçı, onun için bestelenen, ilk defa onun seslendirdiği eserlerden söz ediyor... ‘Gözlerin Doğuyor Gecelerime’, Yusuf Nalkesen’in Ayşe Mine için yaptığı şarkılardan biri mesela. Buna rağmen bir müzik yarışmasında ‘Bu şarkıyı ilk kim okudu?’ sorusunun cevabı Ayşe Mine olmuyor. Alaattin Şensoy’un bestesi ‘Sevdadır Şu Kalbe Dolan’ ve Ahmet Özhan’dan severek dinlediğimiz ‘Gelsen Ne Olur’ da bestecilerin hep Ayşe Mine’ye getirdiği şarkılar... ‘Unutamazsın’ bir kasetine de isim olmuş; ama ne çare! Gerçek bir merakla soruyor sanatçı: “Bırakın şu kadıncağız kenarda dursun mu diyorlar acaba? Çok akıllıca davranıyorlar öyleyse. Benim adımı iki kez söyleseler, üçüncüde birileri çıkıp diyecek ki, ‘Sahi bu kadın nerede?’ Çok hainler bu açıdan.” Kimsenin ondan bahsetmemesi, ‘ekstra’ programların da gün geçtikçe azalmasına neden oluyormuş. Konserler, festivaller, bayi toplantıları henüz tükenmiş değil; ama oralarda da magazinciler, alt kadroda çıkan popçularla ilgilenip Ayşe Mine çıktığında kaybolarak sanatçıya ‘Pes doğrusu!’ dedirtiyormuş. “Yer yerinden inliyor, dinleyici, ‘Bir daha!’ diye tempo tutuyor yine de hiç kamera kalmıyor ortalıkta; ama Ayşe Mine henüz kırk beş yaşında, emekli değil, estetik olmamış bir kadın. Adımı söylememekle beni yok edemezler. Böyle bir ses, böyle bir yorum, böyle bir kadın var. Onlara buradan selam ederim ve korkulu yıllar dilerim.” Hayri Şahin: Saçlarımla, kıyafetimle Tom Jones gibiydim “Bir çocuk çıkmış; hippi gibi bir şey, uzun favoriler, kıvırcık saçlar, bıyık yok, boynunda madalyonlar… Sahnede papyon taktıramamışlar, anlatılanlara bakılırsa modern bir havası varmış, pop yıldızları gibi, Tom Jones gibi… ‘Bir sesini dinleyelim.’ demişler de kırk yıllık sanatçı gibi ekip kurmuş, paradan puldan kaçtığı yokmuş, kazandığını orkestraya yatırıyormuş zaten, elinde kalanı da iyi kumaşlara, gezip tozmalara…” Fısıltıların üzerinden otuz beş yıl geçti. ‘O çocuk’ şimdi karşımızda oturuyor; Hayri Şahin… Bir zamanlar ‘Ne hızlı, ne deli, ne güzel günler’ gördüğü için, geçmişi anlatacak daha ziyade. Bugüne ve yarına da değinecek elbette; ama hoş anılar bahçesinden çıkmayı kim ister? Unkapanı’ndaki Emek Kaset’te, ‘son şarkı’dan başlıyoruz sormaya: “Siz neden unutuldunuz?” Aslında zor bir soru, muhatabını acıtabilir. Ama çok meşhur bir şarkısını hatırlatıyor gülerek: “Hayat harcadı beni”… Sonra müzik piyasasının şimdiki hâlini tasvir ediyor: Bir program öncesi organizatör adamlardan biri, çenesini ovuşturuyor: “Kimi alalım yahu, Emel Sayın, Muazzez Abacı…” Karşıdaki ses itiraz ediyor; “Geç onları, yaşlandılar.” “Kim olsun ağam, kurban oluyum? Hayri Şahin, Selami Şahin…” “Boş ver onları, oynak birileri olsa…” Sonunda iki ‘yeni’ genç hanımdan biri üzerinde “On lira olsun, o olsun.” şeklinde ittifak ediliyor. İş bu hâllere gelmiştir vesselam ve ‘boş verilen’ isim için unutulmak mukadderdir. “Çark böyle dönüyor.” diyor Hayri Şahin, “Kötü olduğumuz için değil, almayınca almıyor bizi içine.” NEŞE KARABÖCEK NİYE AMERİKA’DA? DEMET AKALIN NİYE SATAR? Çark nasıl dönüyor? İsminiz anılmıyorsa albümünüz satmaz, albümünüz satmayınca isminiz anılmaz, öyle olunca yeni albüm yapamazsınız ve böylece unutulur gidersiniz. Şimdi, varoş düğünlerinde sahne alıyor diye kızılabilir mi eskinin şöhretlerine? Onun zamanında da çok büyük paralar yokmuş; ama telefonu hep çalarmış. Amerika, Avustralya turneleri, Cem Karaca ile kırk günlük konser, yetmiş kişilik Anadolu turnesi, Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, Eşref Kolçak, Ekrem Bora ile çıkılan Almanya yolculuğu… Her önüne gelenin plak yapamadığı, gazinolarda çıkamadığı günler… Patron, sazların tırnaklarını kontrol eder, ayakkabıların rengine bakar. Kasetin satar, ekmek yersin. Adam gibidir her şey… Hayri Şahin’e kalırsa, Gülben Ergen veya Demet Akalın çıkıp gelseymiş o günlerde kesin dayak yermiş. Sahi, Neşe Karaböcek niye yurt dışında yaşar, Demet Akalın niye satar? Yeni nesil, eskileri tanımıyorsa suç kimin? “Benim değil!” diyor Hayri Şahin; ama sonra kabulleniyor: “Bir gram ilgim yok kendi işlerime. Dike söke gittiğimiz için, arkamızda itici bir güç yok, ne maddî ne manevî... Hırslı sanatçılar var. Biz tembeliz, çalıştıkça açılır, oturdukça şişmanlarız.” En son, 1993 yılında albüm yaptığına bakılırsa yeni çocukların onu neden tanımadığı anlaşılır. Hâlbuki ne güzel şarkılar söylemiş vaktiyle, ‘Neden Saçların Ağardı Arkadaş’, ‘Üzdünüz Beni Yıllar’, ‘Azat Mektubu’… “Şimdiki gençler ‘Razıysan Gel Benimle’ şarkısını Kıraç’a ait sanıyorsa, saygı duyarım.” diyor Şahin; ama evveliyatının bilinmesini istiyor. “Kıraç o parçayı benden dinledi. Unkapanı’na geldi, buradan verdik eseri. Üç günlük şarkı değil yani.” Sadece şarkılar mı? Filmler konusunda da iddialı sayılır sanatçı. Videokasetlerin moda olduğu yıllarda sabahlara kadar film izleyip ağlayan gurbetçiler Hayri Şahin’i gördüklerinde; “Abi, mahvettin bizi.” derlermiş. ARABESK İSMİNİ KİM ÇIKARDIYSA… Gelelim kadim mevzuya; bu arabesk ne menem bir şeydir ki kimsecikler onu sahiplenmez. Sahiplenmez; ama yine de ondan vazgeçmez. Bu ülkede şarkı söyleyen çoğu müzisyen ona bulaşmıştır ve ona bulaşan kaç kişi varsa o kadar arabesk tanımı ve tarzı vardır. Hayri Şahin, Vahdet Vural gibi söylemez meselâ, Vahdet Vural da Malatyalı İbrahim gibi söylemez, Mersinli İsmail ile Hüseyin Altın başka dünyaların adamıdır; ama hepsi bir noktada buluşur. Söyledikleri ne Türk sanat müziğidir ne halk müziği... Biraz ona, biraz buna yakın, yetmişlerin, seksenlerin samimî, duygulu ve hatta anlamlı sözleri, yaylılar ve kemanlarla zengin bir orkestra... Hayri Şahin’in şarkılarına bakınca bir kararsızlık yaşayabiliriz. Sesi ve yorumu sanat müziğine yakın durur; ama o müzikler Kahire orkestrasının biraz daha seyreltilmişidir sanki. Arap müziğinden esinlenme olduğunu Hayri Şahin de kabul ediyor; ancak arabesk isminden hiç hazzetmiyor. Ona göre, ‘fantezi’ adı daha doğru. “Siz bir parçayı alıp alt yapıyı değiştirirseniz elit oluyor, Türk sazları koyarsanız arabesk oluyor. ‘Elveda Meyhaneci’ nedir mesela, Kenan Doğulu arabeskçi midir? Bülent Ersoy benim okuduğum şarkıları okudu, Zeki Müren mesela, ‘Hayat Harcadı Beni’yi üçüncü okuyan kişidir. Arabeskçi mi yani bu isimler? O şarkıyı ben meşhur ettim arabeskçi mi oldum?” Hüseyin Altın: Dargınım geçen yıllara Hüseyin Altın’ı bulmamız biraz zor oldu. Önce, kendisini Hüseyin Altın’ın kardeşi diye tanıtan bir kadın çıktı karşımıza… Öyle bir kız kardeş hiç yokmuş meğer! Sonra, İlaç Radyo çalışanlarından Ata’nın tarif ettiği bir mekânda bulduk kendimizi. Gaziosmanpaşa’daki bir internet kafede, bize doğru yürüyen ilk gencin ‘damarcılar.com’ sitesini hazırlıyor olmasına şaşmalı mı? Hüseyin Altın, kendi şarkılarını CD’ye yükletmek için uğrarmış buraya. Gerçi son zamanlarda pek görünmemiş; ama mühim değil, mekânın sahibi uzun zamandır tanıyor onu, eski mahalle komşusu nasılsa. İşler yolunda gidiyor, Hüseyin Altın, Gazi Mahallesi’ndeki aile apartmanında bizi bekliyor. Yanında iki oğlu; Cem ve Armağan… Efendi bir tavırla ve düzgün cümlelerle, eleştirmekten kaçınarak ve mütemadiyen ‘saygı duyarım’ diyerek müzik dünyasından söz ediyor. Doğrusu önemli tespitler yapıyor; ama biz kaseti başa saralım yine ve Hüseyin Altın’ın memleketi Erzurum’a gidelim… Güzel sesli küçük bir çocuk, TRT Erzurum Radyosu için Erzurum türküleri okuyor. Haftada bir yapılan bant kayıtları radyoda döndükçe yerel gazeteler ondan söz ediyor, bir de lakabı var üstelik: ‘Küçük Hüseyin Altın’… Erzurum yıllarından kayda değer bulduğu iki hatırası var; aile çay bahçesinde türkü okuması ve Nuri Sesigüzel’in filmlerini sırf türküleri ezberlemek için izlemesi… 1971’de bir göç dalgasıyla İstanbul kıyılarına çıktığında, gazete ilanlarını tarayan gözleri tanıdık bir yüzle karşılaşmış; o dönemin iyi isimlerinden Sevim Demirci… Evet, ta kendisi, hani bir turne sırasında Erzurum’daki çay bahçesine de uğramış ve kendisini dinlemişti. İşte o sanatçı, Sarıyer’deki Canlı Balık’ta çıkıyormuş meğer. Ablasını da yanına alıp Sarıyer yoluna düşmüş küçük Hüseyin. Önce şaşırmış Sevim ablası; “Senin ne işin var burada?” demiş; ama sahneye almaktan da geri durmamış. Çok geçmeden doldurduğu ilk kırk beşliğin bir yüzünde Hayri Şahin’in okuduğu ‘Maziye Gömdüm Seni’ varmış; ama Hüseyin Altın, çok amatör hazırlanan bu plaktansa daha ustaca doldurulan ‘Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş’ı ilk sayıyor. Sonradan kırk beşlik sayısı on beşi bulmuş, yedi uzunçaları 45 kaset takip etmiş ve takvimler 90’ları gösterdiğinde Hüseyin Altın görünmez olmuş… ARABESKİ AYAĞA DÜŞÜRENLER POPÇULARIN EKMEĞİNE YAĞ SÜRDÜ 90’ların başında ne oldu? Arabesk düşüşe geçti. Özel televizyonların pop müziğine ağırlık vermesinin süreci hızlandırdığı doğru; ama başka suçlu yok muydu? Arabeskin peynir ekmek gibi sattığı yıllarda üç kemanla kaset yapan Unkapanı camiası kendi bindiği dalı kesmiş sayılmaz mı? Mühim bir soru yöneltiyor Hüseyin Altın; “Arabesk; ama hangi arabesk?” Unkapanı’nda binlerce kaset vardır eskiden beri, türlü çeşitli isimler, yorumcular, aranjörler... Ciyak ciyak bağıran herkese albüm yapan firmaların arabeski ayağa düşürdüğünü ve popçuların ekmeğine yağ sürdüğünü söyleyen Altın haksız mıdır? O, sırf bu yüzden 92’den bu yana kaset yapmıyor. Bir firması yok artık; ama eski albümleri hâlâ satıyor. ‘Sıfır albüm’ isteyenlere de “Dört dörtlük bir iş çıkaracaksanız buyurun gelin.” diyor, “Kırk sazı, yirmiye indirecekseniz kusura bakmayın. Sevenlerimin karşısına kalitesiz bir yapımla çıkamam.” Görüştüğümüz sanatçılar arasında ‘unutulma’ fikrine karşı çıkan tek isim Hüseyin Altın. “Kayıp değilim canım, ne alâkası var.” diyor. Onunki sadece bir inziva... Uzaktan piyasayı kolluyor ve müzik dünyasından olumlu adımlar bekliyor. Son zamanlarda pek yer almadığı medyayı da uyarıyor: “Hüseyin Altın geri çekildi imajı yaratılmamalı. 45 yıl emek vermiş bir insan yok edilemez. Ailevî sıkıntılarım biraz ajite edilerek yansıtıldı. Annemi, babamı ve kardeşlerimi peş peşe kaybettim, çok acı çektim.” İstanbul’da ya da Anadolu’nun herhangi bir şehrinde, diyelim ki dolmuşta buğulu ve hüzünlü bir ses; ‘Gözlerim sizleri bekledi durdu’ diye başlayan bir şarkı söylemeye başlarsa anlayın ki o Hüseyin Altın’dır. ‘Baharı görmeden yaprağım soldu, sordunuz mu beni, bu nasıl kuldu, sormadan gittiniz hazan kuşları...’ Kolay sevilebilecek, ayırt edilen bir ses rengine sahiptir ve şarkılarını İstanbul Türkçesiyle okur... Kendi tarzından söz ederken de “Kalıplaşmış arabesk okumuyordum. Halk müziği gibi okuyordum.” der zaten. Orhan Gencebay’la bir bağ vardır arasında. Sanki başka bir adamdan söz eder gibi şöyle der: “Hüseyin Altın, Orhan Gencebay ile eş değerdedir. Bu şu demektir; Gencebay şarkılarını sahnede en iyi seslendiren odur. Orhan abi de bilir bunu.” Efendi duruşu, kimseleri eleştirmemesi, ‘değerli sanatçı arkadaşlarım’ gibi ifadeler kullanması da Gencebay’ı hatırlatır. Neden Gazi Mahallesi’nde oturduğunu açıklarken de, şarkılarında verdiği mesaj hakkında konuşurken de hep ağır başlı ve olgundur. Sözü Hüseyin Altın’a bırakalım şimdi: “87’de evlendikten sonra Gazi’ye yerleştim. Yol yoktu, elektrik yoktu. Halktan biriydim hep. Ayrı gayrı olamam. Sağmış solmuş bilmem. Yeter ki insan, insan olsun. Şarkılarımda da bunu vurguluyorum. İnsanların birbirine güven ve sadakat duymasını sağlamak, umut vermek ve onlarla aynı duyguları paylaştığımı göstermek istiyorum. Dinleyicim mütevazı ev kitlesidir. İşçi de vardır aralarında doktor da... Kendilerini o şarkılarda bulurlar.” Selahattin Cesur: Magazincilerin sevdiği ama yazmadığı adam Sene 1966… Palandöken Plak’ta yan yana oturan üç genç adam; Selahattin Cesur, Seyfettin Sucu ve Müslüm Gürses, ilk plaklarını doldurmak için bekliyor… Şimdilik onları kimse tanımıyor; ama birazdan şöhrete açılan kapıdan girmiş olacaklar. Biz, 17 yaşındaki Selahattin Cesur’la ilgiliyiz. Plakçıya gelene kadar ne maceralar yaşamıştı? Maraş’ta sanat enstitüsünün orta bölümünü bitirmiş, babasından öğrendiği bağlamayı konserlerde çalan ve türkü söyleyen bir çocuk tahayyül edin. TRT radyolarının imtihanla ses sanatçısı alacağını duyuyor. Macera dediysek laf olsun diye değil, işte tam bu noktada başlıyor. Sınava hazırlanmak için kendisine ait bir bağlaması olmalı; ama nasıl? Oğlunun okumasını arzu eden baba, kat’î bir dille “Hayır, almam!” diyor; ama müzik tutkusundan gözü dönen küçük Selahattin’i kim tutabilir? “Okuldan mandolin istiyorlar.” diye çıkıyor babasının karşısına. Mandolin alınıyor, gizlice bir bağlamayla değiştiriliyor, eve getirilemeyen bağlama bir arkadaşa emanet ediliyor; ama bu yalanlar zinciri bir babadan ne kadar saklanabilir? Maraş’taki son perdede babayı talimat verirken görüyoruz; “Hanım, bu çocuk kafasına koymuş, gidecek. Sen yatak yorgan hazırla kendisine.” Oğuldur nihayet; sırtı sıvazlanıyor, cebine harçlığı konuyor ve gurbete uğurlanıyor… O günleri hatırlarken, “Çok çekingendim. Nasıl hırslandım, hayret!” diyor Selahattin Cesur. Her neyse, ona ilk defa bir plakçıda rastladığımıza göre radyo imtihanlarına girmediğini tahmin edebiliriz. Herkesin elinde olup da kendisinde bulunmayan referans mektupları yüzünden kuyruğu terk etmiş olabilir mi? Palandöken Plak’ta kayıt sırasını beklediği gün, bir değil, tam üç kırk beşlik doldurur. Birinde kendi çalıp okumuş, ikisinde bağlamayı Orhan Gencebay’a devretmiş. Çıkarken cebinde 100 lira avans, yüzünde geniş bir gülümseme... Zeytinburnu’ndan Şişli’ye yürümek zorunda kalmayacak artık… O can alıcı sorunun yeri ve zamanıdır şimdi; “Orhan Gencebay size bağlama çalan biriyken ve siz Müslüm’le aynı gün kırk beşlik çıkarmışken bugün unutulmuş olmanızı nasıl açıklayacağız?” Selahattin Cesur, bir soruyla başlıyor izaha; “Otuz beş yıldır evliyim, eşimi kimse tanır mı? Ama Orhan, her cenazede medya önündedir.” Niyeti kimseyi suçlamak değil. “Öyle gerekiyor belki de.” derken medyada olmak ve olmamak arasındaki ince çizgiyi hatırlatıyor. Kameraların olduğu yerlerde nelere şahit olmamış ki! Öne geçmek isteyen meslektaşları tarafından itilmişliği bile var. O gün nasıl afalladığından medya kayırmacılığından, magazin programlarının düzeysizliğinden söz ederken Selahattin Bey, tepemizde asılı duran düşünce baloncuğunda şunlar yazıyor: “Tam bir beyefendi, dingin ve mütevazı... Gündemde kalabilmek için türlü oyunlar çevirecek bir adam değil elbette…” Yanılmadığımızı gösteren bir hatırası var üstelik: “1973’te ‘Aşk Mahkûmları’ plağımı yapmışım. Basın mensupları her gece benim evimde. Sabaha kadar oturur, yer içeriz; ama bir kare fotoğrafım çekilmez. Bir gün dayanamayıp sordum: ‘Ya arkadaş, beraber yola çıktığımız arkadaşlarla ilgili yazıyorsunuz da niye benimle ilgili tek satır yok?’ Rahmetli Sami Başaran dedi ki; ‘Abi orada haberi çıkan adamlara benziyor musun sen?’ Hakikaten haberler hep, filan kişi bilmem kimle gezdi şeklinde. Benim yapamayacağım şeyler. Biz öyle yetiştirilmişiz ki!” Efendiliğin bir ucu kanaate açılıyor anlaşılan. Selahattin Cesur da kendisiyle aynı kaderi paylaşan diğer arkadaşları gibi, elindekiyle yetinmesini bilmiş hep, savaşamayacağını anlayınca çekilmiş. Bugün sahip olduğu iki ev ve bir arabayı, müzikten kazandığı parayla alabilmiş olmayı yeterli görüyor: “Kızımı okuttum, mastırını yaptı. En büyük sevincim odur. Eşimle mutluyuz. Sağlıklı bir hayattan başka beklentim yok.” Cesur’un en meşhur şarkısı ‘Aşk Mahkûmları’dır. Ondan önce okuduğu ‘Mahkemeye Versem Asarlar’ı Kıraç’tan da dinlemek mümkün. ‘Aşk Çobanı’, ‘Hayat Mektebi’ derken 1988’den bu yana kaset çıkarmayan sanatçı suskunluğunu bozmaya hazırlanıyor. Fakat bu, yeni bir başlangıç gibi görülmemeli. Bunca yıldır onu dinlemeye devam eden sevenleri için sürprizli bir hediye yalnızca. Biri dışında tamamı Selahattin Cesur’a ait yepyeni yirmi şarkı geliyor. Bir nevi jübile gibi, “Bunu alın ve arşive koyun.” diyor sanatçı. Bir de klip istiyor üstelik, Kral’da değil de bütün Anadolu şehirlerindeki yerel televizyonlarda yayınlanacak bir klip… MUSTAFA SAYAN’DAN ARABESK NOTLAR Mustafa Sayan bu âlemin krallarından… Besteleriyle çoğu arabeskçiyi uçurmuş bir adam. Bugün İbrahim Tatlıses biraz da onun sayesinde İbrahim Tatlıses’tir... ‘Seni Yakacaklar Benim Yerime’, ‘Acı Gerçekler’, ‘Ölüyorum Kederimden’ hep onun şarkılarıdır... Usta diye bilinir; ama kadr-ü kıymeti bilinmez. Son tahlilde, bu piyasa onu hem yaşatmış hem tüketmiştir. Onunla ‘çarşı’ dediği Unkapanı’nda, çay ocaklarından birinde görüştük. Bizim ‘unutulmuş arabeskçiler’in neden unutulduğunu soracaktık sadece, arabesk dünyanın kapıları açıldı önümüze. Sorunun cevabı ve ötesi maddeler hâlinde aşağıda: Filmciler arabeskten yararlandı, sanatçıları halkın içine taşıdı. Albümler daha fazla satmaya başladı. Her iki taraf da kazandı; ama iş maddeye döndü. Solistler daha çok filmlerden götürüyordu parayı. Orhan Gencebay, Huri Sapan, Hayri Şahin, Selami Şahin, Selahattin Cesur hep ‘Bayşu fabrikası’ndan çıkmadır. Osman Bayşu’nun babası Abdullah Nail Bayşu’nun evi küçük bir Unkapanı gibiydi. Bütün çarşı efradı, sanatçı, besteci, güfteci, bir gece kulübüne gider gibi orada toplanırdı. Plak anlaşmaları orada imzalanırdı. Adam, dört beş şifre öğrenip bilgisayarın başına geçiyor. Hazır ritimlere göre melodi yazıyor. Bir aylık uçucu şarkılar böyle çıkıyor işte. 1968’lerde okunan şarkıları dinliyoruz hâlâ... Ticaret girince maneviyatın içerisine duygu gelmiyor. Bizim zamanımızda da ticaret vardı; ama şarkıları solistler için değil, duygularımızı dile getirmek için yazıyorduk. Sonra bir taliplisi çıkıyordu. Ama şimdi filancanın albümü için ısmarlama beste yapılıyor. Gencebay’da ses olmadığı için eksik kalıyor. Besteciliği, söz yazarlığı, yorumculuğu var; ama sesi yok. Mine Koşan’a Arap orkestrası gibi bir orkestra kurarak devrim yaptık. Sanatçıların arkasında yirmi kişilik orkestralar oluşmaya başladı. Vefasızlıklar yaşadığı için bizim piyasadaki insanlara çok kırgın Mine; ama güzel bir eser bulsa yine söyler. Kibariye, ‘Ah İstanbul’u okuyana kadar gitti gidiyordu. Sonra kendini bir yere taşıdı. Gönül Akkor, Kamuran Akkor, Karaböcek kardeşler nerede peki? Sadece bizim branşımız değil, hafif batı müziği okuyan Ajda’ların jenerasyonundan da kimse kalmadı. Bir şey çıkmıyor yani. Gündemde kalmak için faal olmak lazım. Orhan Gencebay firma kurdu, satmasa bile albüm yapmaya devam ediyor. Bülent Ersoy da sansasyonlara imza atmasaydı gündemde olmazdı. Yeniye rağbet var bizde. Unutulan isimlerde tutku var; ama eğitim eksik. Bir muhayyer kürdinin içinde dönüp dolaşıyorlar. Müziklerini geliştiremediler. İşe dört elle sarılmadılar bir de. Parayı bulup kenara çekildiler. TELEVİZYONDA KONUKLARA PARA ÖDENİYORMUŞ, BEŞ KURUŞ ALMADIK Bir zamanların şöhretli sanatçıları için televizyon hem nimet hem külfet. Görünür olmak iyi de, mühim olan nasıl göründükleri? Teklif, sabah programlarından geliyor daha ziyade ve bu programların düzeyi konusunda herkesin bir endişesi var. ‘Tuzluk’ gibi oturmak istemiyor hiçbiri, arada bir şarkı okuyacaklar, sonra bir adam, evden kaçan karısıyla kavga edecek! Ayşe Mine, öyle bir programa çıkmış da “Benim ne işim var burada.” diye oturup ağlamış sonradan. TRT’yi özlemiş; ama son zamanlarda oradan da davet gelmemiş hiç. Yıllardır Beyaz Şov’a çıkmayı bekliyor; ama ses seda yok. “Beyaz’a kırgınım; onun çağırmasını bekliyorum. Efendi bir çocuk, sanata saygısı var. Şarkılarımı muhakkak biliyordur. Ona buradan sesleniyorum: “Niye aramıyorsun oğlum beni?” Mevzu televizyon programlarından açılınca tansiyonu yükselenlerden biri de Huri Sapan. Ekranlarda yer işgal eden ‘eski dostlara’ hem kırgın hem kızgın. Kara listedekilerden biri İbrahim Tatlıses. İbo Şov’da, Nuray Hafiftaş’ı yanlışlıkla Huri Sapan diye anons ettiği hâlde, sonraki programlara Sapan’ı çağırmayı akledemediği için suçlu. İkinci sırada Seda Sayan var. O da telefonda “Çık, çık gel şekerim.” demekten vazgeçip doğru düzgün bir davetiye göndermeli artık. Huri Hanım’a oyunu kuralına göre oynamayı tavsiye etmiş birileri. Aslında hiç olmamış enteresan bir hadise icat ederse Esra Ceyhan’ın programına çıkabileceği fısıldanmış kulağına. Tıpkı günün birinde pat diye ortaya çıkıp, Orhan Gencebay’la aşk yaşadığını itiraf eden Yıldız Tezcan gibi ya da ‘Bana tecavüz ettiler’ diye ağlayan Semiha Yankı gibi... Yaşını hatırlatıyor Huri Hanım ve torunu Ali Oktar’ı işaret ediyor: “Altmış dört yaşına gireceğim yakında. Böyle şeyler konuşursam onun yüzüne nasıl bakarım?” Öfkeli olmayan kim var ki; alın işte Vahdet Vural, programa konuk olanların para aldığını yeni öğrenmiş daha. “Durdum, düşündüm.” diyor, “Sen orada program yapıp para kazanıyorsun. Ben sabahın köründe niye geleyim?” O programların daha iyisini yapacağından çok emin Vural; ama... Tren kaçıp gitmiş bir kere neylesin… Hayri Şahin ise kendisini ha bire televizyonda görmek isteyen sevenlere sitem ediyor. “Abi niye televizyonda yoksun? Kayboldun gittin, senin gibi adam…” diyenler “Senin ürünün nerede satılır?” diye sormuyormuş hiç. LATİF DOĞAN, AĞABEYLERİNİ EKRANA TAŞIYOR Orkestra Latif Doğan’ın ‘Ayselim adlı ‘damar’ şarkısını prova ediyor, kadınlar içeri girebilmek için kapıda bekliyor. Küstüm Şov birazdan başlayacak; ama Latif Bey’in kulisten çıkabilmesi için bizim ‘unutulmuşlar’ listemizi kontrol etmesi gerekecek. Bir tür danışmanlık rolü biçiyorsak ona, sebebi var; kendisinden çok önce şöhreti tatmış ağabeyleri ve ablalarıyla irtibatı devam ediyor ve onları sık sık programa davet ederek bir görev üstlenmiş görünüyor. “Biz onlarla büyüdük.” dediğine bakılırsa bir vefa borcu ödüyor. “Onlar bir döneme imza atmış insanlar. Mutlaka akla düşüyorlar. Allah bize böyle bir konum nasip etti, ağabeylerimi elimden geldiğince programa almaya çalışıyorum.” Latif Doğan, kendi akıbetini de düşünüyor bir yandan, öyle ya, bir on yıl sonra hâlâ ekranda ve gündemde olabilecek mi? Hep bu piyasanın çocuğu olduğu için olup biteni daha kolay kavrıyor elbette. Malatyalı İbrahim’in uzun bir unutuluştan sonra ilk defa onun programında görünmesinin çok anlaşılır bir sebebi var mesela; “Ben bu ağabeyin kasetlerini seksenli yıllarda çok iyi sattım, çok aranılan bir sanatçıydı.” ESKİDEN UNKAPANI DEDİN Mİ OHOO! Unkapanı için bir vakitler ‘kurt kapanı’ derlerdi. Ortada ne kurt var ne kapan; in cin top oynuyor şimdi... Bir devrin çöküşü görülebilir orada. Görüştüğümüz ses sanatçıları Unkapanı’nın şu anki hâlinden muzdarip olmakla birlikte, ‘Oh olsun’ demekten kendilerini alamıyor. Şimdi bakalım virane olmuş ‘piyasa’ kimi, nasıl etkilemiş? MALATYALI İBRAHİM: Unkapanı 1995’te sanırım, bir sekte daha yaşamıştı. O zaman ben de müzikten çekilip, gazino işletmeciliği ve kasetçilik yapmıştım; ama hiçbir zaman şimdiki kadar kötü olmamıştı. Suçlu kendileri biraz da… Zamanında ‘Neremi, neremi’ diye kaset yaptırırsanız! Defterim besteyle doldu; ama albüm yapacak firma yok. VAHDET VURAL: 2000’den bu yana sekiz yılım boş geçti. Parayı korsanların cebine koyacaksam niye albüm yapayım? Aslında, korsanı da başlatan Unkapanı’dır. Hem de en büyük firmalar... Duygu bitti, müzik aynı, sözler değiştirilip aynı şarkılar tekrar tekrar okutuluyor. AYŞE MİNE: Müzik dünyasının şimdiki hâlini, Yeşilçam’ın seks yılları gibi görüyorum. Kirli bir müzik ortamı var. Kendimi taca attım, saha çizgisinin dışında bekliyorum. HAYRİ ŞAHİN: Eskiden olacaktı da burada çay içebilecektin! Koli yapmaktan yemek yemeğe vakit bulamazlardı. 2000’den bu yana o koliler her gün birer birer düştü. HÜSEYİN ALTIN: Beş yıldır Unkapanı’na gitmiyorum. Eskiden çalıştığım firmalardan çok azı duruyor. Emre Plak var; ama Prestij gitti. 16 parçalık bir albüm yapmıştık onlarla, ikiye bölüp satmışlar, işin üç kâğıtçılığına kaçmışlar. 1998’de albüm yapmayı durdurdum; ama şarkıların ismini değiştirip yeni albüm diye insanları kandırdılar. Bir şey yapamadım. (Aksiyon) / Ülkü Özel Akagündüz