Bir aktörün ehlileşme hikayesi
Günde altı paket sigara içen, bu yüzden Hollywood stüdyolarına alınmayan, paparazzi döven, otel odalarını yakıp yıktığı için dava edilen, manken avcısı, uyuşturucu bağımlısı, rock tutkunu asi çocuğun, sistem tarafından kabul görmesinin öyküsüdür. Amerikan dergileri tarafından dünya üstünde yaşayan en seksi erkek seçilen ve yeni halini "Karayip Korsanı’nı oynadım diye bana satılmış diyorlar, hayır satılmadım, sadece korsanları severim, ayrıca biraz da çocuklarımın eğleneceği filmler yapmak istedim" diyerek geçiştiren Johnny Depp’in dünü ve bugünü. "Kerouac, Ginsberg ve Beat kuşağının bütün diğer piçleri! Size teşekkür ederim, gençliğimi mahvettiniz" dedi bir gün kendini tutamayarak. Gençliğinin bütün aşırılıklarının faturasını kesivermişti işte. Aslında bir bakıma haklıydı. Hayatının boşluklarını doldurmak için bin türlü yol denemişti. 11 yaşındayken ilk esrar sigarasını içmiş, 13’ünde bekaretini kaybetmişti ama olmuyordu, içindeki savaşta ateşkes yapılamıyordu. Neydi onu böylesine uçuşa geçiren derseniz, görünürde pek bir şey yok. 9 Haziran 1963’te Kentucky’de garson Betty Sue ve mühendis John’un dört çocuğundan en küçüğü olarak doğdu. Babasının işi nedeniyle sürekli seyahat ediyorlardı. O kadar ki 15’ine geldiğinde tam 20 ev değiştirmişti Johnny. Bugün sorulduğunda çocukluk ve ev kavramına dair kafasında hiçbir resim olmadığını söylemesinin sebebi bu taşınmalardır. Anne ve babasının boşanmasından sonra manevi destek almak için Betty Sue’nun küçük oğlu Johnny’nin çok üstüne düşmesi de onu yıpratmıştı, bir bakıma. Bütün bu karmaşanın içinde annesinin aldığı gitarla odasında otururken ağabeyi Danny içeri girdi bir gün. Pikabın iğnesini kaldırdı ve Van Morrison’un Astral Weeks albümünü koydu. Ardından kapağı okunmaktan yıpranmış kitabı Johnny’ye uzattı. Şöyle doğru düzgün bir şeyler dinle ve bu kitabı oku, düzelirsin, dedi. Ne kadar yanılmıştı aslında. Düzelme konusunda yani. Jack Kerouac’ın adını bile tam telaffuz edemeyen Johnny, onun başyapıtı Yolda’yı okuyor, kafası pikaptaki plak gibi dönmeye başlıyordu. Ardından Alan Ginsberg geldi ve sonra Burroughs, Hunter Thompson ve Bukowski... Bu yazılar hayatındaki boşlukları gerçekten dolduruyor ama neredeyse iç organlarında delikler açıyordu. NICOLAS CAGE OLMASA OYUNCU OLMAYABİLİRDİ Hayatta ne olmak istemediğini bilmek, hiçbir şey bilmemekten daha kötüymüş meğerse. O, her gün saat 17.30’da evine gelmek, köpeğinin başını okşadıktan sonra, iki çeşit sebzeden oluşan akşam yemeğinin başına oturmak istemiyordu. Ama bunun için ne yapabilirdi? Okulu bıraktı ve kurduğu Kids adlı müzik grubuyla Los Angeles’a taşındı. 20 yaşındaydı. Eğitimi yoktu, grupla işler iyi gitmiyordu. Önce bir benzincide çalıştı, sonra telefonda tükenmezkalem satmaya başladı. Bu sırada Hollywood filmlerinde makyözlük yapan Lori Allison’la tanıştı. Kısa süre sonra evlendiler ve aynı hızla boşandılar. Ama Allison’un onun hayatındaki yeri büyük, çünkü belki de onun oyuncu olmasını sağlayan kişi o. Lori, bir gün onu arkadaşı Nicolas Cage’le tanıştırdı, o da Depp’e, yüzünün güzel olduğunu ve oyunculuğu denemesi gerektiğini söyleyip menajerine haber verdi. Wes Craven’ın "Elm Sokağı’nda Kabus" filminde küçük bir rolle başladı oyunculuk kariyeri. Sadece kirasını ödeyebilmek için, neredeyse tesadüfen. Ardından gençlik suçlarını araştıran bir polisi canlandırdığı 21 Jump Street adlı TV dizisini yapmayı kabul etti. Dizinin dört sene süreceğini ve ona genç kızların sevgilisi unvanını getireceğini bilseydi hayatta kabul etmezdi. Kendisini Hollywood kasabında satılan bir et parçası, dergilerle dağıtılan aptal posterler gibi hissediyordu. 1990’da dizi yapımcılarıyla yaptığı kontrat sona erdiğinde, sinirden iyice alkole sarılmıştı. Bağımsız kült yönetmen John Waters’ın Cry Baby adlı filmi, yakışıklı çocuk imajını silmek ve kendi deyimiyle yaratıcılığına özgürlük kazandırmak için imdadına yetişti. Artık az izlenen filmlerin, garip rollerin huysuz ve isyankár adamı olarak tanınmaya başlayacaktı. Aynı yıl menajeri ona bir senaryo getirdi. Tim Burton tarafından yazılmış Edward Scissorhand adlı senaryoda, mahallesindeki gençlerle uyum sağlayamayan, kayıp bir genci anlatıyordu. Bu benim, diye düşündü. Beni anlatıyor bu film, oynamalıyım. Burton’la bir kafede buluştu. 6 fincan kahve içtikten sonra hafif bir kalp çarpıntısıyla kafeden ayrılırken Burton’ı yeterince etkileyemediğini düşündü. Çünkü ayrılırken elini sıkan Burton, ona sadece "Tanıştığımıza memnun oldum Johnny" demişti. Bu kesinlikle kaybedenlerin duyacağı bir hoşçakaldı. İki hafta sonra, tam da ümidi kesmişken telefon çaldı. Alo, dedi Johnny. Karşıdaki ses sadece şu cümleyi kurdu ve kapattı: "Merhaba, ben Tim, sen de Edward Scissorshand’sin." O anda kendisini Nelson Mandela gibi hissetti. İnsanlık ve kendisi için iyi, büyük bir şeyler yapmak üzereydi sanki. Bu film, Tim Burton ve Depp arasındaki dostluğun da başlangıcı oldu. Depp, daha sonra yönetmen Burton’un bir çok filminde oynadı: Ed Wood, Charlie’nin Çikolata Fabrikası, Ölü Gelin... ŞEKER ÇOCUK DEĞİL GARİP OLMAK İSTİYOR Burton’la işbirliği hayat boyuydu ama başka filmler de vardı oynanacak ve yönetmenler de artık onunla çalışmak için can atıyordu. Tabii yine kenarda köşede olanları, Hollywood’un ötekileştirdiği yönetmenleri seçiyordu. 1995’te kendini Don Juan De Marco zanneden bir şizofreni, Donnie Brasco’da İtalyan mafyası Al Pacino’nun peşindeki FBI ajanını canlandırdı. Ama en sevdiği rol, yine gençliğine damgasını vurmuş, gonzo gazeteciliğin piri Hunter Thompson’ın hayatını anlatan 1998 yapımı Fear and Loathing in Las Vegas (Las Vegas’ta Korku ve Nefret) filmindeki roldü. Depp, oyunculuk kariyerinde istediği noktaya az çok gelebilmişti ama dedikodu sütunlarından bir türlü inemiyordu. Kız arkadaş olarak mankenleri tercih etmesinin elbette bunda payı var. Ama o yine de çok sinir oluyordu, hatta bir keresinde kendisini bir bardan çıkarken takip eden paparazziyi feci şekilde benzetmiş, mahkemelik olmuştu. Aşk hayatının dillere dolanması oyuncu Winona Ryder ve ardından Kate Moss’la geçirdiği dörder senelik ilişkilerle zirveye ulaşmıştı. Ryder’ın ismini pazusuna "Winona Forever" diye kazıtması kadınlar arasında "Ay ne şeker çocuk ya!" şeklinde yorumlara sebep olmuş, bu yorumlar yine onu sinirden kudurtmuştu. Sevmiyor o şeker çocuk filan denmesini, onu garip adam diye tanıyın istiyor. O yüzden bir gün karşınıza çıkarsa, sakın ola, ne seksi elmacık kemikleri var, dudaklara bak, gibi şeyler dökülmesin ağzınızdan. Kate Moss’la ilişkisi ise daha büyük bir olaydı. Bir gece New York’ta otel odasında büyük bir kavga etmişler, alkolün de etkisiyle odayı kırıp dökmüştü. Bu yüzden mahkemelere düştü, gazeteler onun için "Vahşi Adam" diye başlıklar attı. O ise mahkemeden çıkarken mikrofon uzatan gazetecilere sadece "Çok başım ağrıyor, aspirininiz varsa verin, yoksa gidin" demekle yetindi. Fırtınalı aşk hayatındaki asıl iklim değişikliği ise St. Tropez’de bir öğle üzeri yaşandı: "Bir otelin denize bakan terasında oturuyordum. Uzakta bir sırt gördüm. Hayatımda gördüğüm en güzel kadın sırtıydı. Sonra döndü ve gülümseyerek bana ’Merhaba’ dedi. Kendi kendime oğlum sen bittin, büyük bela aldın başına, büyük bela deyip durdum." Fransız aktris ve model Vanessa Paradis’yle böyle tanıştıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı gerçekten. Uyuşturucuyu bıraktı, sigara ve alkolü azalttı. En önemlisi bir kız, bir oğlan iki çocuk babası oldu. Artık nefret ettiği Oscar törenlerine katılıyor, hatta smokin benzeri kıyafetler giyiyordu. FİLMİN İÇİNE EDİYOR DENDİ REKOR KIRDI Yıllar 90’ların sonunu gösteriyordu ki, alışıldık Depp filmleri yerini büyük kitlelerin izlediği box-office filmlerine bıraktı. Sleepy Hollow (Hayalet Süvari), Ninth Gate (Dokuzuncu Kapı) ve Karındeşen Jack’i yakalamakla görevlendirilen absent bağımlısı dedektifi canlandırdığı From Hell (Cehennemden Gelen), bunlar arasındaydı. Desperado serisinin devamı olan "Bir Zamanlar Meksika’da" adlı filmde de müthiş bir tetikçi portresi çizmişti. Tahmin edersiniz ki, Antonio Banderas ve Salma Hayek’in peşindeydi. Tabii bunların hiçbiri, Johnny Depp’teki kariyer ve hayat görüşü değişimini anlatmak için yeterli kanıt değil. Her şey 2003’te çektiği Karayip Korsanları filmiyle değişti. Yapımcı Dick Cook’la bir restoranda buluştu. Cook ona, şu aralar nasıl bir şeyler çekmek istersin, diye sordu. Çocukların seveceği bir şey olsun, diye cevap verdi. Cook, 10 dakika içinde Karayip Korsanları’nı ve Kaptan Jack Sparrow rolünü anlattı. Sözünü bitirdiğinde, Johnny gülümsüyordu: "Ben bu işte varım, arkadaş." Yine de Hollywood camiasında pek sevilen bir tip olmadığından mıdır nedir böyle büyük bütçeli bir film için uygun görülmesi çok eleştirildi. Büyük filmlerin büyük yapımcısı Jerry Bruckheimer’a birçok kişi, paranı sokağa atıyorsun, dedi. Hele hele, çekimler sırasında Depp’in lafları yuvarlayan, Rolling Stones’un gitaristi Keith Richards’dan esinlenerek yaptığı saç ve makyajı ve efemine sayılabilecek el hareketleriyle Kaptan Sparrow yorumunu görenlerin endişeleri zirveye ulaştı. Bu adam filmin içine ediyor yahu, sözleri Depp’in kulağına bile geldi sonunda. Hiç aldırmadı tabii. Ona göre Jack Sparrow böyle biriydi ve aynı canlandırdığı gibi kalacaktı. Müdanaası yoktu, isterlerse kovsunlar! Filmin vizyona girdiği 2003 yazında, eleştirenlerin hepsi önce şoka uğradı, sonra da utançlarından büyük ihtimalle öldü. Çünkü film gişe rekoru kırmıştı ve tek konuşulan şey, Johnny Depp’in muhteşem rolüydü. Bu rolle Oscar’a En İyi Erkek Oyuncu dalında aday bile oldu. Hiç vakit kaybetmeden filmin ikincisi ve üçüncüsü için anlaşma imzaladılar Depp’le tabii. Bu anlaşmadan, Depp’in 37 milyon dolar aldığı söylentileri dolaşıyor ama yapımcıların bundan pişman olduğu söylenemez. Çünkü serinin ikincisi olan "Karayip Korsanları: Ölü Adamın Sandığı" gösterime girdiği ilk üç günde 132 milyon dolar hasılat yaptı. Bütün bu başarısının ardından, keyfini kaçıran tek şey, onu eski haliyle, acayip filmlerin dışlanmış, hasta ruhlu rollerinde sevenleri kaybediyor olma ihtimali. Ben satılmadım, diyor o yüzden. "Artık 43 yaşına geldim, biraz çocuklarımın eğleneceği filmler yapmak istedim sadece." Şahane bir oyun çıkarıp, dünyanın her yerinde heyecanla beklenen bir film starı olup, özür dilemek zorunda kalmak da fena bir şey olsa gerek. Kaynak: Ezgi BAŞARAN / Hürriyet Gazetesi