Yaratılışımızın asıl gayesine yoğunlaşmalıyız
Kullandığımız elektrikli ev âletleri, elektronik cihaz ve otomobilleri düşününüz. Her birisinin bir ya da birkaç gayesi vardır. En basit varlıkların bile bir vazifesi varken, en güzel, tam kıvamında ve kâinatın muhteşem bir minyatürü şeklinde yaratılıp, ahsen-i takvim sûretinde dizayn edilen; ruh/duygu, his ve binlerce latifelerle donatılan insan başıboş olabilir mi?Okula, yetiştirme kursuna veya dershaneye giden birisini düşününüz. Onun görevi, okulu, kursu ve dershanesine yoğunlaşmak; diploma ve sertifikasını almaktır. Görevi, işi ve sanatıyla ilgelenmeyip, oyunda, oynaşta olan öğrencinin sonu elbette hüsrandır.
Yaratılışımız ve dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, dünyaya yerleşmek ve sonsuza dek burada yaşamak olmadığını, ruh/duygu ve maddî yapımızın dizaynı da göstermektedir. Vazifemiz; aklını kullanmak, araştırmak, tefekkür etmek ve yüce Yaratıcıyı bulmaktır.
İnsanın en büyük özelliği, akıl, kalp ve vicdan gibi ulvî duygular taşımasıdır. Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme/tapınma (en ilkel insanlarda da bu duygu vardır) ve sevme, vicdanen gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelinde yaratılıp dizayn edilmiştir. Şu halde, insanın dünyaya gönderilmesinin asıl gayesi Yaratıcısını tanımak, Ona iman ile verdiği sayısız nimetlere karşı ibadetle teşekkür etmek olduğu anlaşılmaz mı?
Hiç şüphesiz, kâinatın ve metafizik boyutların derinliklerindeki sırları açıklayan İslâmın öngördüğü, tavsiye ettiği imân basit bir “İnandım” sözünden ibâret değil. Doğmatik, statik bir inanç hiç değil.
Mü’min, tahkikî imânı (inceleyip araştırarak) elde etmek zorunda. Çünkü Kur’ân, “Ey imân edenler! Allah’a, Resûlüne, Resûlü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla imân edin.”1 “İmânlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur”2 diyerek kesin bilgi ve ilimle tahkikî imânı emreder ve tekrarlar.
Yukarıda meâllerini verdiğimiz âyetlerin vurgulamak istediği, özellikle şu husus değil mi: İmân yoksa, imâna girmeli; imân zayıf ise imânı güçlendirmeli; imânı taklidî ise, imânını tahkikî yapmalı; imânı tahkikî ise, imânını genişletmeli; imânı geniş ise, bütün gerçek olgunluğun, mükemmelliğin sebebi ve temeli olan mârifetullâhta (Allah’ı tüm isim ve sıfatlarının tecellileriyle bilerek) yükselmeli ve ufkumuzda parlak mmanzaralar açmalı.3
Zaten, mü’min; kesin (yakîn) bilginin delillerine dayanarak akıl, kalb ve vicdânıyla imân dairesine girer. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmaz.4 Zaten İslâmın öngördüğü imân önce, “Kabul ettim, inandım” sözüyle çekirdek gibi kalb tarlasına ekilir; akıl-zekâ, zihin merhaleleri, kalb, vicdan ve sâir hislerin de devreye girmesiyle kâinatı kaplayacak çapta dallanıp budaklanır. Dolayısıyla, gelenek-görenek, önkabul, şartlanmışlık engellerini aşarak, taklidî imandan tahkikî imana iman ulaşmalı!
İman esaslarını araştırarak, inceleyerek kabul etmek başka bir şey, Müslüman olmak, teslim olmak başka şeydir. Dolayısıyla dilde, ağızda, sözde dolaşan imanı, Kur’ân’ın tanımladığı şekilde kalbe indirmeliyiz: “Bedeviler dedi ki: ‘İmân ettik.’ De ki: ‘Siz imân etmediniz, ancak İslâm, teslim olduk’ deyin. İmân kalblerinize henüz girmiş değildir”5 âyeti de, İslâmiyeti kabul etme, teslim olma ile imânın farklı olduğunu belirtir.
Öte yandan, kabul etmek ayrıdır, inanmamak ayrıdır, inkâr etmek büsbütün ayrıdır. İnkârın da dereceleri vardır: İlgilenmemek tarzında bir inkâr ile, inkârını ispat etmeye çalışmak bambaşka şeylerdir. Aynı şekilde, ‘İnanıyorum’ demek ayrıdır. İnandığını ispat ve izah edebilmek, taklitten tahkîkîye çıkarıp genişletebilmek apayrıdır.
İnsanın dünyaya gönderilmesinin sebebi, ‘ibadet/iman’ olduğuna göre, huzur ve mutlulugunun teminatı da imandır. İmanın birinci rüknü de, Allah’a imandır. Müslüman, öncellikle iman şartlarına, özellikle Allah’ın varlığı ve birliğine aklî, mantıkî, ilmî ve kalbî delillere dayanarak imân etmeye kilitlenmeli, Onu isim ve sıfatlarının tecellîlerinin delilleriyle tanımalı.
Dipnotlar: 1- Nisâ, 136; 2- Fetih, 4.; 3- Sözler, s. 631.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 80.; 5- Hucurât, 14